ÇAĞDAŞLARIN KALEMİNDEN
(S.K. ZANKU Nor Or Editörlerinden, gazeteci, yazar... 1991)
Cesur, inançlı, kendisiyle ortak fikirler paylaştığımız bir arkadaşımızdı; sonuna kadar bizimle birlikte, geri adım atmadan yürüdü ve haksızlıklara, adaletsizliklere karşı mücadele etti... O günler hiç unutulmayacak. Hiçbir kalem bunları gerçek anlamda yazma cesaretini gösteremedi. Biberyan denedi ve başardı. O'nun romanı ''Babam Aşkaleye Gitmedi'' (Ermenicesi Mırçünneru Verçaluysı) İstanbul Ermenilerinin son dönem edebi dünyasında ilerici hareketin ürünü olarak benzersiz yerini koruyacaktır.
İNSAN OKUR EDEBİYAT
Yalnızlar – Zaven Biberyan 16 Mayıs 2016
Zaven Biberyan, Türkiye’nin yakın tarihine farklı bir açıdan baktığı Yalnızlar adlı bu romanında, siyasi iktidarın el değiştirmesiyle toplumun da hızlı bir dönüşüm geçirmeye başladığı 1950’li yılların başlarında, İstanbul’un Anadolu yakasında bir sayfiye yerinde, Erenköy’de, bir yaz hafta sonunda yaşananları anlatıyor. Yazar, bu iki günde yaşananlarla, toplumsal sınıfların ve beraberinde çeşitli statülerden bireylerin iç dünyalarının derin bir psikolojik tahliline girişirken, başta insanlar, sonra da Türk, Ermeni, Yahudi, Rum toplulukları arasında iletişimsizliği, ruhların derinliklerinde gizli şiddet eğilimlerini ve bunların sonucunda kişisel-toplumsal davranış kalıplarında oluşan tahribatın getirdiği yalnızlaşmayı konu ediniyor. Marjinalliğe zorlanmışların içeriden bakışına sahip, Ermenice ‘Lıgırdadzı’ kitabının Türkçe versiyonu olan Yalnızlar, toplumsal yalnızlığa itilenlerin öfkesiyle bireysel gerçekliklerin kesiştiği noktaya götürüyor bizleri. “Büyük buzdolabının önünde genç bir kız duruyordu. Boyu aşağı yukarı bir yetmiş beşti, dümdüz mokasenlere rağmen. Açık pembe organzeden elbisesi belden dizkapaklarına kadar konik iniyordu. Bacakları birer şaheserdi. Altın rengi parlak saçlarının ortasında dünyanın en nazik, sevimli çehresi gülümsüyordu. Seventeen’in kapağından inme bir resimdi ve herkes bu resmi seyrediyordu. Kız ise camın arkasından istediği pastaları gösteriyordu. Bir kelime bile Türkçe bilmiyordu. Kovboy filmlerinden ‘yap, okay’ gibi kelimeler belleyenler, kızın etrafında pürtelaş tercüman kesilmişlerdi. Seventeen’in kapak resmi, istediklerini kolayca aldı, aldanmadan parasını ödedi, ifadesi imkânsız bir gülümseyişle, ömründe hiçbir müşteriden bir teşekkür ifadesi duymamış çırağa ‘Thank you.’ dedi, gidip kaldırımın kenarında bekleyen spor arabaya bindi, çalıştırdı. Bütün bakışlar onu uğurladı.
Ağır sesizlik içinde, birisi mırıldandı.
‘Yeni gelen Amerikalılar…’
‘Diplomatın kızı değil mi?’
‘Diplomat mı, Marshall teknisyeni mi?’
‘NATO albayı imiş dediler.’ Tanıtım Yazısı
Okuyacağınız ayna gibi bir roman – Irmak Zileli
RADİKAL KİTAP 3 Ağustos 2012
Bir roman okuyorsunuz; sorunsuz akıyor hikâye. Dil akıcıysa, kurguda bir acemilik yoksa, olaylar tutarsız gelişmiyorsa kusur bulmadan tamamlıyorsunuz romanı. Belli ki roman yazma tekniğini kavramış birinin kaleminden çıkmış kitap. Ama bu başarılı tekniğe rağmen, herhangi bir zaaf bulamadığınız romanı bir eksiklik duygusuyla kapatıyorsunuz. Kusursuz güzellikte bir kadının ya da çok yakışıklı bir adamın karşısında aşk duyamamak gibi. Kılınız kıpırdamıyor. Oysa burun hokka, dudaklar biçimli, gözler güzel, vücut deseniz o biçim. Ama yok, olmuyor işte, onu görünce kalbiniz çarpmıyor, dizlerinizin bağı çözülmüyor.
Hani iyi bir roman okuduğumuzda söylediğimiz ve artık neredeyse kalıplaşmış bir ifade vardır: ?çok sardı?. Hepimiz biliriz ?sardı? denilirken neyin kast edildiğini. Elimizden bırakamayız. Geceleri uykusuz kalırız. Aklımız fikrimiz romanda ve onun kahramanındadır. Kitap bitmesin isteriz. 1960?larda Ermeniceden dilimize kazandırılan ve bugünlerde Aras Yayıncılık tarafından yeniden basılan Zaven Biberyan’ı Yalnızlar isimli romanı ile Babam Aşkale’ye Gitmedi yi yeni okudum ve uzun zaman sonra yeniden bir, hatta iki roman için -çok sardı- demenin hazzını yaşadım. Peki bana bu hazzı veren neydi?
Dilinin güzelliğinden, kurgunun başarısından daha fazlası olduğunu hissediyordum. Romanı okurken bana bir şey olmuştu. Bu insanları çok içeriden, çok yakından tanıdığımı, anladığımı hissediyordum. Bütün açmazlarını, zaaflarını, iyiliklerini ve kötülüklerini, korkularını, kurnazlıklarını ve saflıklarını… İçlerinde bana en uzak karakterle bile bir bağ kurmuştum sanki. Yargılamanın yerini, çözümleme almıştı ama bu mekanik bir çözümleme değildi. Neden öyle davrandığını onaylamam gerekmiyordu ama anlıyordum. Sözgelimi, bir Ermeni genci öldüresiye döven delikanlıyı bu suça sürükleyenin ne olduğunu bana, üstelik de bir Ermeni yazar anlatmıştı. Peki nasıl olup da yapmıştı bunu? Bu sorunun yanıtını bulursam kilit açılacaktı sanki. Size burada hiçbir pasajdan örnek veremem, hiçbir cümleyi analiz edemem, şimdi söyleyeceklerimi neyin bana söylettiğini açıklayamam ama bir okur olarak sezdiğim şu oldu; Zaven Biberyan da o genci yazarak anlamıştı. Romancıya yazarken bir şey olmuştu, o sayede okura da bir şey oluyordu. Yazar masanın başına otururken her şeyi çözmüş ve bitirmiş değildi; insanı analiz etmiş ve şimdi bize anlatmak üzere kalemi eline almış değildi. Onun için de (anlamak) yazma sürecinin bir parçasıydı. Yazı, yazar için de bir keşif aracıydı. Ve bu keşfin iniş çıkışları metnin her satırına öyle sinmişti ki, okurun, yazarın geçtiği yollardan geçmemesi imkânsızdı. O Ermeni gencin dövüldüğü sahnede, başrolde sandığımız kişinin bile aslında belirleyen değil belirlenen olduğunu fark etmemizi sağlayan da buydu. Biberyan da bunu yazarken fark etmişti sanki. Dolayısıyla yazarın da metni üzerindeki -belirleyen- konumu tartışmalıydı. Metin, Hasan Ali Toptaş’ın dediği gibi yazardan ve hepimizden daha akıllıydı. Hatta daha sağduyuluydu. Yazar Ermeniliğini ya da Türklüğünü metnin tasarımcısı yapmadığında, ortaya insan çıkıyordu. Anlaşılması gereken insan. Öyleyse Ermeni bir yazarın, cinayet işleyen Türk genci anlaması, metnin öğrencisi olmayı en baştan kabulüyle mümkündü. Bu sayede insanın evrensel özüne ilişkin bir şeyler çıkabiliyordu o metinden. Bizi saran, yakalayan, içine alan da o öz olmalıydı. Cinayete sürüklenen gencin, Ermeni olsun, Türk olsun, hangi saiklerle davrandığını fark etmemiz bizi o özle buluşturuyordu. Kendimize ait öze, en saklı duygularımıza da oradan ulaşıyorduk.
Zaven Biberyan’ın yeniden yayımlanan Yalnızlar romanı İstanbul’un Caddebostan semtinde, 1950 lerde geçen bir hikâye. Ama sadece bu değil. Bizi bir mahallenin içine çekerek insanın evrensel meselelerini gösteriyor Biberyan. Bunu da o semtin somut gerçekliğini tüm canlılığıyla vererek gerçekleştiriyor. Bir Ermeni, bir de Türk ailenin hikâyesi etrafında örüyor romanı. Türk ailenin evlatlığı Gülgün’ün zengin olma, sınıf atlama, hizmetçilikten kurtulma hayallerinin sonu içimizi yakıyor. Gülgün?ü o kadar iyi tanıyoruz ki, yalnızca toplumsal geçmişimizden bir portre değil o, hâlâ içimizde olan kimi özlemlerin aynası aynı zamanda. Bugün Seksapel dergisinin yerini başka dergiler almış olsa da, evlatlık olarak çalıştırılmıyorsak da…
Biberyan, yaşadığı toplumu o kadar iyi tanıyor ki, aileler arasındaki ilişkiler, komşunun komşuya bakışı, erkeklerin kadınlara karşı iç içe geçmiş aşk ve nefret duyguları tüm sahiciliğiyle yansıyor. Yalnızlar bu özelliğiyle bize kültürel tarihimizi de hatırlatıyor. Gülgün?e tutkun Ali?nin kız için arzuyla yanıp tutuştuğu halde ağzını doldura doldura Orospu! deyişi, Türkiye’deki kadın erkek rolleri, erkeklerin ve kadınların cinselliklerini keşfi, kadına bakış üzerine yazılacak sayfalar dolusu makaleden daha çok şey anlatıyor. Mahalle aralarında burnumuza çalınan ırkçılığın kokusu genzimizi yakıyor. Ermeni genç ile Türk kızın arkadaşlığı karşısında duyulan kıskançlığın, ırkçı duygularla, namus söylemleriyle ve insana özgü hırslarla buluşunca nasıl bir felaketle sonuçlandığını görüyoruz.
Biberyan, Yalnızlar da tek tek her karakterin zihninin içinde gezinen bir anlatıcı sesi seçmiş. Babam Aşkale’ye Gitmedi de ise Baret isimli karakterin bakışından bir ailenin çöküşünü ve bu çöküş içinde Baret’in kendi yolunu bulma çabasını okuyoruz. Bu anlatım biçimi kuşkusuz roman karakterlerinin ruhunun dehlizlerinde gezinmemizde bize yardımcı oluyor. Ancak, yazının başında sözünü ettiğim, insanı anlama ve anlatmanın türlü biçimleri olabilir. Romanın içinde insanın evrensel özüne ilişkin gerçekler olması, romanın öznesinin illa ki insan olmasını bile gerektirmiyor. Bazen bir böceği, bir eşyayı anlatırken de biz o öze ilişkin şeylerle karşılaşabiliyoruz. Yazarın izlediği bin türlü yol olabiliyor. Biçim arayışlarının da sonu yok. Soru şu; bu biçimler, denemeler en baştan belirlenmiş, metni proje gibi gören bir aklın ürünü mü, yoksa yazarın anlama derdinin gösterdiği mecburi istikâmet mi? Galiba püf nokta, yazarın metnini, sınırları çoktan çizilmiş fikirleri aktaracağı araç gibi görmemesinde. Yazı masasının başına oturan kişi ile son noktayı koyup masadan kalkan kişi aynı değilse, ilk cümleyi okuyan kişi ile son cümleye geldiğinde kitabın kapağını kapatan kişi de aynı kalamıyor. Belki de edebiyatın dönüştürücü gücü buradan geliyor. Değişmeye hazır yazar, değiştirmeyi de başarıyor. Bize bir şey olduğunu hissettiğimiz için de, kalbimiz çarpıyor, dizlerimizin bağı çözülüyor.
Varlık vergisi mağdurlarındandı.
Zaven Biberyan, 1921’de İstanbul Kadıköy’de doğdu. 1946’da Ermeni aleyhtarı bazı yayınlara karşı Yeni Haber gazetesindeki Artık Yeter başlıklı yazısından dolayı hapis yattı. Biberyan, daha sonra bulduğu işlerden de baskılar sonucu ayrılmak zorunda kaldı. 1949’da ülkeyi terk ederek Beyrut’a yerleşti. 1953’te İstanbul’a döndü. 1968 yerel seçimlerinde Türkiye İşçi Partisinden, İstanbul Belediye Meclisi üyeliğine seçildi ve meclis başkan yardımcılığı yaptı. Biberyan, 4 Ekim 1984’te ülser hastalığına yakalanarak yaşama veda etti. Yazar varlık vergisi mağdurlarındandır. Bu konuyla ilgili Mırçünneru Verçaluysı adlı romanı 1970 yılında Jamanak gazetesinde tefrika edilmiş ve ölümünden birkaç hafta önce Aras Yayıncılık tarafından yayımlanmıştır. Bu kitap, Babam Aşkale’ye Gitmedi adıyla, 1998’de Türkçeye çevrildi.
Zaven Biberyan’ı yeniden keşfediyoruz. Buna her zamandan çok ihtiyacımız var. Bana göre Biberyan, Çağdaş Ermeni edebiyatının doruklarından biri. Ne var ki, bu gerçeği daha yeni yeni görmeye başlıyoruz.
Aras Yayıncılık, bu bağlamda önemli bir misyonu yerine getiriyor. Üstelik yayın dünyasında az görülen bir özenle! Yalnızlar, bu kılı kırk yaran özenli yayıncılığın yeni bir ürünü. Zaven Biberyan’la ilk tanışıklığım, onun yine Aras Yayıncılıktan çıkan başyapıtı Babam Aşkale’ye Gitmedi (Karıncaların Günbatımı) romanıyla oldu. Biberyan’ın bir solukta okuduğum bu yapıtı doğrusu benim için büyük bir sürpriz olmuştu. Beni asıl şaşırtan, romanın 1960’lı yılların sonlarında yazılmış olmasıydı. Babam Aşkale’ye Gitmedi’nin yazıldığı yıllarda Türk edebiyatına iki roman akımı egemendi: Biri ‘köy romanı’ diğeri de ‘toplumsal gerçekçi’ çeviri romanlar!..
Biberyan’ın romancılığı bu iki moda akımın dışında bağımsız bir ada gibi durur. Onu Türkiyeli bir Ermeni romancı olarak özgün kılan dinamik, içinde yer aldığı edebiyat dünyasına karşı aykırı duruşudur. Bu aykırı duruşunun arka planında ise dünyaya bakış açısıyla insanı kavrayışındaki özgünlük yatar. Biz bu aykırı duruşta sıradan küçük burjuva insanının bütün yönleriyle yeniden yaratılışına tanık oluruz. Biberyan’ın sıradan insanın ruh yapısını ortaya koyuşundaki ustalık gerçekten de benzersizdir.
Yalnızlar (Sürtük), Babam Aşkale’ye Gitmedi’nin habercisi bir roman. İki romanın karakter ve tipleri arasındaki koşutluk ilginçtir. Yaşamı sorgulayan, kendileriyle sürekli hesaplaşan, var oluşlarına felsefi bir temel arayan, duyarlı ve tedirgin karakterler, tipler… Biberyan bu ilk romanında da çizdiği karakterlerin korkularını, kendi kendilerine yabancılaşmasını, çevreleriyle iletişimsizliğini ve asıl yalnızlığını ustaca dile getiriyor.
Romanın özgün adı Sürtük olmasına karşın Biberyan, Türkçe çevirisinde Yalnızlar’ı seçmiştir. (Bir romancının kendi romanını başka bir dile çevirişi, salt Türkiye’de değil dünyada da az rastlanır bir edebiyat olayıdır. Bana kalırsa Biberyan çeviri yapmamış, romanını yeniden ama bu kez Türkçe yazmış!) Bu seçim bence de doğrudur: Çünkü roman salt Sürtük’ün değil, aralarında Sürtük’ün de yer aldığı bir dizi ‘yalnız insan’ın öyküsünü anlatmakta, onların dramını dile getirmektedir. Yalnızlık, Biberyan’ın karakter ve tiplerinin temel özelliğidir. Babam Aşkale’ye Gitmedi’de Haybehasıl Dırtad’ın ağzından dile getirdiği yalnızlık gerçeğini Yalnızlar’da da sürdürmektedir (yalnızlığın diyalektiği): “Esas yalnızlık, insanların arasındayken hissettiğindir. Ben biraz da bu yalnızlıktan kaçtım. Yapayalnız yaşayarak bu yalnızlıktan kurtuldum. Yapayalnız olduğun zaman ancak, kendinle baş başa kalır, her bakımdan kendinle arkadaş olursun.’
Yalnızlar’ın yalnızları ise Krikor, Yeranik, Pupul, Kazım Bey ve Sürtük Gülgün’dür. Hiç kuşkusuz yalnızlığı en yoğun yaşayan, Osman Beygiller’in evlatlığı Gülgün’dür. Romanın diğer kahramanları da değişik şekillerde yalnızlığı yaşarlar. Biberyan’ın romanlarında yalnızlığa eşlik eden ikinci önemli iç gerçeklik, ‘sıkıntı’ ve ‘bunalım’dır. Bu sıkıntı ve bunalım, hemen tüm karakterlerde duyumsanır. Bu sıkıntının kaynağı ise yerel ya da etnik değil, evrenseldir. Romanın karakterleri kendi sınıfsal, etnik, toplumsal ve bireysel gerçekliklerinden kaynaklanan bir sıkıntıyı yaşıyor gözükseler de aslında içten içe bir ‘var oluş bunalımı’nı yaşar ve bu var oluş bunalımında yaşamın anlamını sorgularlar. Bu nedenle de Biberyan’ı okurken Kafka’nın ya da var oluşçu yazarların yapıtlarında tanık olduğumuz havayı solur gibi oluruz.
Yalnızlar’ın ilginç bir kurgusu var. Roman birbirine koşut iki ayrı öykü gibi kurgulanmış. Biberyan, yapıtında biri Ermeni, diğeri Türk, komşu iki ailenin iki günlük yaşam kesitini romanlaştırmış. Ailelerin öyküsü roman boyunca hiç kesişmiyor. Ben bu kurgunun içerikten yola çıkılarak seçildiğini ve sembolik bir anlam taşıdığını düşünüyorum. Aynı ülkede, aynı kentte, aynı semtte ve aynı sokakta sırt sırta yaşayan komşu iki ailenin roman boyunca hiç kesiştirilmemiş olması, iki halk arasındaki yabancılaşmanın güçlü bir dışavurumu değil de nedir!..
Anne Yeranik, teyze Pupul ve oğul Krikor, Varlık Vergisi’ni yaşamış küçük burjuva bir Ermeni ailesi… İçe kapanık, birbirlerine yabancılaşmış, her biri kendi yalnızlığının tutsağı bireylerden oluşan bir aile…
Baba Osman Bey, anne Mübeccel, teyze Seniha ve oğul Erol’dan oluşan Türk aile ise 1950’li yıllarla birlikte palazlanan ve kısa zamanda ‘milyoner’ olan burjuva adayı bir aile… Gülgün (Sürtük) ise bu ailenin iliklerine kadar sömürülen evlatlığı… ‘Tenha, sonsuz Anadolu bozkırındaki kül rengi istasyon binasında, ak buharlar ardında başörtülü bir köylü kadına teslim edilen’ bir bebek: Gülgün!.. Yalnızlığın doruğundaki insan!..
Yalnızlar, Gülgün’ün trajik öyküsü ekseninde, öyküleri birbirleriyle kesişmeyen biri Türk, diğeri Ermeni iki komşu ailenin kırk sekiz saatlik bir yaşam kesitinin romanıdır. Romanın aydınlık saçan biricik karakteri Babam Aşkale’ye Gitmedi’deki Aznif Hanım’ın eşdeğeri Madam Verjin’dir. Cemaat yaşamına nesnel ve eleştirel bakabilen Madam Verjin etnik yabancılaşmayı aşmıştır. Yalnız değildir! “Dünyada Beethoven’ın yedinci senfonisinin ‘ikinci muvmanı’ndan daha güzel bir şeyi hayal edemeyen” ve bütün gün pikabında bu müziği dinleyen ‘nazik, munis ve zararsız’ öğretmen emeklisi Kazım Bey’le aynı evi paylaşmaktadır. Okur, Madam Verjin’le Kazım Bey’in bu yoldaşlıklarındaki yoğun yaşama sevincini duyumsamaktan kendini alamaz. Gelin siz de benim gibi Zaven Biberyan’ı keşfedin!
Not: Aret Gıcır’ın kapak tasarımındaki Yalnızlar’ını çok sevdim.
OKLAP KÜTÜPHANESİ
21 EKİM 2012
Zaven Biberyan - Yalnızlar
''Yalnızlar'''ı okurken de okuduktan sonra da kapağındaki fotoğrafa baktım durdum. Birbirlerine dokunacak kadar yakınken, sırtını dönmüş iki insan... Onları birbirlerinden ayıran bankı kaldırıp yerine ne istersem onu koyabilirdim. Örneğin etnik kimlik ya da cinsiyet, bir başkasını kendime ya da kendimi bir başkasına yabancılaştıran ne varsa...
Oğul Krikor, anne Yeranik, teyze Pupul... Varlık Vergisi... darbesini yemiş bir Ermeni ailesi. Önce birbirlerine sonra da çevrelerine yabancılaşmış, içlerine kapanmış, ''Yalnızlar'''ın ilk yalnızları... Oğul Erol, anne Mübeccel, Baba Osman Bey, teyze Seniha... Ellili yıllarda baş veren 'yeni zengin'lerden biri olmaya aday bir başka aile. ''Yalnızlar'''ın diğer yalnızları... Ve ''Yalnızlar'''ın en yalnızı Gülgün (Sürtük)... Her işe koşulan, amansızca sömürülen, zengin olma hayalleri kuran, sayfalarını sürekli karıştırdığı 'Seksapel' dergisinde boy gösteren kızlar gibi olmak için yanıp tutuşan bir evlatlık. Zaven Biberyan, 1959 yılında ''Lıgırdadzı'' (Sürtük) ismini vererek Ermenice yazdığı ve daha sonra yine kendisinin Türkçeye çevirdiği, çevirirken de ''Yalnızlar'' başlığını uygun gördüğü bu ilk romanında, Gülgün'ün trajik hikayesi ekseninde, biri Türk, diğeri Ermeni bu iki komşu ailenin iki gününü gözümün önüne getirdi. Birbirlerine uzaklığı kapı zili mesafesinde olan iki ailenin yaşamlarını hiç kesiştirmeyerek, onlara birbirlerinin kapısını bir kez bile çaldırmayarak... Tıpkı kitabın kapağındaki fotoğraf gibi... Biberyan böyle yaparak, aynı toprağı, aynı havayı, aynı suyu yıllarca paylaşmış, ancak gün geçtikçe cemaatleşmiş, cematleştikçe de birbirine yabancılaşmış, tabiri caizse artık birbirine dokunmaktan bile imtina eden iki halkı da anlatıyor sanki. İki halkın derin yalnızlığını... Bunu Ermeni'yi, Türk'ü değil, insanı odağına alarak yapıyor. Irmak Zileli'nin kitapla ilgili yazısında altını çok doğru bir şekilde çizdiği gibi: ''Yazar Ermeniliğini ya da Türklüğünü metnin 'tasarımcısı' yapmadığında ortaya insan çıkıyor.''
Zaven Biberyan, bu iki aileyi hiç buluşturmaz, onları yalnızlıklarıyla baş başa bırakırken, metne arada sırada girip çıkan ama varlıklarını sürekli hissettiren iki karakterle adeta ışık saçar. Sürekli sinemaya giden Madam Verjin ve aynı evi paylaştığı, her gün klasik müzik dinleyen, Beethoven'in 'muvman'larıyla coşan, kiracısı emekli öğretmen Kazım Bey. Koca romanda cemaatin boyunlarına doladığı yuları koparmış, kimlikleri dillerine vurmamış ve beyinlerini ele geçirmemiş, birbirlerine dokunan bir tek onlardır. Bir tek onlar umut aşılar...
Bir önceki yazımda, Leylâ Erbil ile bu kadar geç buluştuğum için hayıflandığımı dile getirmiştim. Zaven Biberyan için de - kendimi tekrar etme pahasına - aynı şeyleri söylüyor, kendi adıma harika bir keşif olduğunu vurguluyorum. Aras Yayıncılığın açtığı küçük pencereden Ermenice edebiyata bakmak, o pencereden içeri girmek için siz de Zaven Biberyan'a dokunun.
İZMİRİZMİR.NET
20 Kur'a Askerlik ve Varlık Vergisi'nin Yıkıntıları Altındaki Hayatlar - Sait Çetinoğlu 07 Haziran 2011
Sosyalist hareketin ve Ermenice edebiyatın önemli yazarlarından Zaven Biberyan'ın Babam Aşkale'ye Gitmedi adlı romanı, 20 Kur'a (20 Sınıf) İhtiyat Askerliği ve Varlık Vergisi uygulamasıyla yıkılan hayatların bir fotoğrafı olarak, Türkiye'nin karanlık noktalarına ışık tutar.
Zaven Biberyan, devletin 'ilgisini' esirgemediği, sosyalist, Ermeni bir aydındır. Basın Yayın Genel Müdürlüğü'nün, 'Başbakanlık yüksek katına' ibareli, 9.8.1946 gün ve 5190/6113 sayılı raporu, İstanbul'da Ermenice olarak yayımlanan 'Jamanak', 'Marmara', 'Nor Or' gazetelerinde çıkan yazılarının yanı sıra, Zaven Biberyan'ın siyasi kişiliğine de odaklanmaktadır. 12 sayfalık raporda Biberyan'a 3 sayfa ayrılmıştır.
Rapora göre, Biberyan bir makalesinde, ezilen sınıfların durumunu tasvir ederken, devletin azınlıklara ve özellikle Ermenilere uyguladığı baskılara dikkat çeker ve basının tutumunu şu sözlerle ifade eder:
Bu partiye [CHP] bağlı olan ve memleket basınının çoğunluğunu teşkil eden gazeteler, Ermeni vatandaşlara karşı türlü türlü iftiralara başvurdu. Halk partisi memleket halkını vatandaşlar ve tebaa olmak üzere ikiye ayırdı ve bunlara karşı iki türlü hareket uyguladı. Irkçılık vasfını taşıyan bir parti için böyle bir hareket tarzı affolunamaz. Başka demokrat memleketlerde bu gibi farklı muameleler asla görülmemiştir... Halk partisinin işlediği hatayı sosyalizm [raporda altı çizilmiştir] tamir ve telafi edebilir.
Rapor, "Gazetenin bu yazıları maksat ve hedefini açıkça gösterdiğinden, bu hususta daha fazla izahata girişmeyerek raporuma son veriyorum" cümlesiyle sona erer. Biberyan, muhtemelen bu rapor sonrasında kovuşturmaya uğramış ve hapsedilmiştir.
Biberyan, romanında, Tarhanyan ailesi ekseninde, “azınlık” toplumlarının tek parti döneminde uğradığı baskılara, özellikle Ermeni toplumu açısından 1915'ten sonraki en önemli olaylardan biri olan Varlık Vergisi'ne odaklanır.
Varlık Vergisi çıkınca her şeyini satarak Aşkale'den kendini 'kurtaran' baba Diran ile, üç buçuk yıllık nafıa askerliğinden varlık sonrası dönen oğul Baret'in trajik hikâyesi, Varlık Vergisi kurbanlarının içine düştükleri yoksulluğun, psikolojik yıkımın ve kaybolan hayatların anlatımıdır.
Biberyan'ın, siyasi bir kişilik olarak Varlık olayını eleştirmesinin yanında, bu olayı gündeme taşıyan ilk edebiyatçı olması açısından da önemlidir.
20 Kur'a ve Varlık uygulamalarına maruz kalan biri olarak, unutturulamaya çalışılan bu olaylar karşısında gözlemleri eşsizdir. 1941'de o da, diğer “azınlık” gruplarına mensup vatandaşlar gibi, 20 Kur'a olarak askere alınır ve nafıa askerliği görevini yerine getirir.
Askerlik adı altında toplama kamplarına alınan “azınlık”lardan, aileleri nerdeyse ümidi kesmiştir. Bu askerler üç buçuk yıl sonra bit ve pislik içinde evlerine dönerler.
"Dokunma, pislik içindeyim... Bitli mi gireyim içeri canım?"
"Bitlendin mi?"
Baret, annesinin şaşkınlığı karşısına "Nafıa'ya gidenin gezintiye çıktığını mı sanıyorlardı?" diye düşünür.
Dönenler zor koşullarda İstanbul'a ulaşır. Terhis olduklarına inanamazlar, korku ve tedirginlik içerisindedirler. İstanbul'a ayak basmalarına rağmen, evlerine giderken ana yolları değil ara sokakları tercih ederler.
Yıllar sonra kokularına hasret kaldıkları yuvalarına kavuşurlar:
İçeri girdiği anda tanıdık bir koku kendisini selamladı. Bu, evden uzak olduğu dönemde çoğu kez özlemini duyduğu mutfak, yemek ve 'ev' kokusuydu.
Ancak yuvaları, bıraktıkları yuva olmaktan çok uzaktır. Varlık'la, Nafıa'dan daha korkunç bir girdaba yuvarlandıklarını fark etmeleri uzun sürmeyecektir.
Nafıa 'askerliği'nden dönenler, “azınlık” toplumuna mensup diğer aileler tarafından kendi öz oğullarıymış gibi sıcak bir ilgiyle karşılanır:
Nafıa'daki arkadaşlarının haberlerini, selamlarını ailelerine iletiyordu kiminin de mektuplarını. Her yerde yaşlı gözlerle, aydınlık gülücüklerle, içten, samimi bir dostlukla karşılanıyordu. Bazen bir ana, bir abla, bir sevgili, nişanlı, bazen de bir kadın. Rumlar, Ermeniler, Yahudiler müjde getiren kurtarıcıya kapılarını ve kollarını açıyorlardı. Özellikle de uzun yıllardan beri oğullarını görmemiş olanlar. Her kadın onu yemeğe alıkoymak istiyordu. Oğullarının arkadaşına gönülden ikram ettikleri o bir lokma ekmek, sanki öz oğulları tarafından yenmiş gibi oluyordu. Baret daha önce bilmediği bir zevk almaya başlamıştı bu ziyaretlerden, bu kabullerden.
“Azınlıklar”, askerlik bahanesiyle en verimli çağlarını dağ başlarında, açlık ve sefalet içinde geçirmişlerdir:
Tam 'bir şeyler yapma' çağını ise kurt köpeklerin ulumasını dinleyerek dağlarda geçirmişti. Hayatının en güzel günlerini kaybetmek ne demek diye gelip ona sorsalardı ya!
Terhise rağmen, yaşanan zulüm garip bir psikoloji içine düşürmüştür Nafıa askerlerini, birbirleriyle karşılaştıklarında, garip bir duygu içindedirler sevinç ve acı arasında bir yerde.
20 Kur'a askerliğin ardından gelen Varlık Vergi, azınlıkları tüketen en önemli uygulamadır. Baba Diran, Aşkale korkusuyla her şeyini satarak vergiyi öder artık elinde hiçbir şey kalmamıştır.
İçine düştükleri yoksullukla birlikte aile içinde huzursuzluk ve kavgalar başlar:
"Eskiden böyle konuşmuyordun."
"Gçmiş geçmiştir. Şimdiye bakalım."
"O geçmişi komşudan almadın."
"Karıyı alan dda komşu değil sendin."
"Varlık'ı verdi 'ben bittim' deyip oturdu."
Ayakta kalabilme savaşı, birçok duygunun önüne geçmiştir. Ekmek karnesi bulma endişesi oğullarının dönüşünden duydukları sevincin önüne geçer:
Bir ekmek karnesi Baret'in dönüşünden daha önemli bir konu olmuştu.
"Bir Varlık her şeyi yıktı, hayatımız alt üst oldu."
Mülksüzlerin koşullarına ve sömürüye dikkat çekerek, çalışmaya da eleştiri getirir:
Hayatın amacı çalışmak değil ki! Ne demiş Tanrı? Çalış çabala diye bir şeyler zırvalamış. Bir kişi çalışmadan yaşasın diye, bin kişi yaşamadan çalışır. Okul kitaplarımız çalışmanın övgüsünü yapar. Enayiler çoğalsın diye. Çalışmadan yaşayanlar oldukça, çalışmak enayiliktir. (...) Vay, vay, vay, sen el bak Tanrı'ya... Ev sahibin için, bakkal için, kasap için, devlete vergi vermek için, polise, jandarmaya aylık vermek için çalışırsın, kafana vursunlar diye...
İşverenin dininin, milliyetinin sömürü ilişkilerinde fark etmediğine dikkat çekilir:
Sen Ermeni'sin ama seni de sömürüyor. Bizimkiler bunu anlamaz. Gâvur derler. Sanırlar ki gâvur gâvuru sömürmez ya da, gâvur olmazsa kendilerini sömürmeyeceğini sanırlar gâvur olduğu için sömürüyor sanırlar. Ben fark olmadığını biliyorum...
İki partili döneme geçildiğinde, azınlıklar, politikacılar tarafından sadece oy potansiyeli olarak görülür ve bugün yabancı olmadığımız şu sözlerle okşanırlar:
Ermeniler bizim en değerli vatandaşlarımızdandır. Biz Ermeni vatandaşlarımızdan memleket için pek çok yararlık ve hizmet bekliyoruz. Göreceksiniz, Türkiye'de çok şey değişecek. Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye'de de yeni bir çağ açılıyor.
Ancak azınlıklar ihtiyatlıdır:
Halkçılar uyur mu ulan! Bunca senedir memleket idare etmişler. Hepsi de İttihatçı, hinoğluhin. İnsan elindekini başkasına verir mi? Olacak iş mi? Parti marti, siyaset miyaset, bunlar laftır, laf.
Varlık Vergisi'yle çok şey değişmiştir mülkler el değiştirmiş, “azınlık” toplumlarından dışarıya göçlerle yeni bir nüfus ortaya çıkmıştır:
Birden neyin değişmiş olduğunu anladı. Hem vapurdaki, hem karadaki kalabalığın önemli bir kısmı yabancıydı. Ahali adalı değildi. Çok sayıda taşralı, hatta köylüler vardı. Çarpıcı renklerde giysiler, yaşmaklar. Öylesine gezinen insanlar.
6-7 Eylül öncesinde azınlık toplumlarında bir tedirginlik hakimdir yapay olarak yaratılan kriz dönemlerinde kabağın kendi başlarına patlayacağının bilincindedirler:
"Anacığım, diyorum, niye parmağına doluyorsun, ne olacaksa o olacak. Kıbrıs'tan bize ne, biz Rum muyuz?"
"Sorun Ermeni veya Rum olmak değil. Bir ülkede anlaşmazlık varsa, herkes etkilenir.
"Ne diyorsun anne!"
"Ben ne dediğimi bilirim."
Annenin dediği gibi olur ve Kıbrıs bahane edilerek, 6-7 Eylül'de “azınlık”lara bir büyük darbe daha vurulur.
Kaynak: Agos Gazetesi, 01.12.2008
TR
EN
1
FR
2
ARM